8 Kasım 2010 Pazartesi

Nerede olduğum mühim değil

Beni uzun süredir tanıyorsanız, bilirsiniz ki en çok kullandığım kelimeler şunlardır: unuttum, kayboldum, kaybettim. Kısa zaman olmuşsa biz tanışalı, fark etmemiş olamazsınız şaşkınlığımı. Henüz tanışmadıysak, kendinizi iyi hissetme fırsatını kaçırıyorsunuz.

Bu sabah MR için giderken, Mustafa Kutlu'nun kitabını okurken birden fark ettim ki, bana evvelden verdikleri kağıtları almamışım yanıma. Ülkemiz hastanelerinin bilgisayar kullanımına duyduğum güvenle, çok azı kalmış olan yoluma devam ettim. Nihayet fırsat buldum ve verdikleri randevu saatinden bir saat sonra, beni içeri almaları için değilse de benimle konuşmaları için ikna ettim onları. Evde unuttuğum kağıtların iki saat sonra elime geçeceğini söylediğimde, randevu saatim geçtiği için çekemeyeceklerini söylediler. Ben de onlara, benim yerime aldıkları insanlara saymalarını söyledim. Pek iyi etmemiş olabilirim. Radyoloji teknisyeninin gözünden ateş çıkıp da beni kovunca anladım.

Şurada bahsettiğim bir Musa vardı. Bu mesele, istiğna anlayışıma ters geliyor ve bu sebeple rahatsız ediyordu. Musa ile iletişim kurmamak için çok uğraştım. Bugün mecburen aradım; çağırdı, gittim. Bana hâlâ ısrarla "Sibel" diyen Musa'nın beni karşılaması şöyle oldu: "Bir yemek yedirmedin ağız tadıyla. Bir rahat bırakmadın beni."

Muhtemelen kabul edilmeyecek bir rapor için üniversite hastanesi derdi çekiyordum. MR çektiremiyordum. Rapor gecikirse tazminat isteyebilirlerdi. Üstelik birinden bir şey istemek zorunda kalmıştım ve şimdi bunun sonucunu ile karşı karşıyaydım. Kağıtları evde unuttuğum için annem ve babam dertlenip "Bu kızın hali ne olacak böyle..." diyeceklerdi. Sonra annem bütün gece başımda bekleyip ne derdim olduğunu soracaktı. Bunların hepsini birden bir saniyede düşündüm ve Musa'ya rahatsız ettiğim için üzgün olduğumu söyledim. Uzun koridorda o arkamdan gelirken ben çoktan ağlamaya hem de iç çeke çeke ağlamaya başlamıştım. Bekleme salonuna çıktığımızda ise yüksek sesle ağlıyordum artık.

Musa'nın benimle tek ilişkisi, çalıştığı cerrahi bölümündeki profesörlerden birinin kısmen akrabam olması idi. Oradaki herkesle iyi ilişki kurmak için çabalayan Musa, arkalarından türlü hareketlerle onları sevmediğini belli ediyordu. Kim bilir benim için ne düşünüyordu. Yine de ben orada sesli sesli ağlıyordum ve buna tanık olanlar vardı. Beni susturma yönteminin bana sarılmak olduğunu düşündüğü için bir de onu itmek zorunda kalıyordum üstelik. "Ne olur sus, görmesinler ağladığını." deyince sesimi kıstım. Sadece hıçkırıyor ve burnumu çekiyordum.
Yanına gittiğimiz profesöre yine adımın Sibel olduğunu söyledi. Onun huyunu -sanırım- bilen doktor, bana adımı sordu. Musa vazgeçmedi. Konuşmanın geri kalanında da bana ısrarla Sibel dedi. Beni ağlattığı için azarlanırken hiç üzülmedim. Yalnız, bana hep böyle kaba davrandığını da iyi bir insan olduğum için söylemedim.

Günün geri kalanında bir çok şey yaşadıktan sonra ne oldu bilin hadi. Bekleme salonunda gözlerimi kapamış Lightning Dust dinliyordum. Bana doğru yaklaşan bir ses duydum: Aysel! Aysel! Umursamadım. Omzuma bir el dokundu ve o ses: Aysel!
Musa'nın bana yeni verdiği isim bu.







Bu son. Belki de sondan bir önceki. Başka hastane anısı olmayacak.

10 yorum:

vedide yalınayak dedi ki...

eğer çok mahsuru yoksa, başka hastane yazısı olsun, başkaları da. lütfen.

seneler evvel depresyonun derinliklerinde seyr ederken prof. doktorum ne iş yaptığımı sormuştu. haftalık bir dergide yazdığımı söylemiştim. dergiyi biliyormuş ki hangi sayfada diye sordu. söylediğimdeki yüz ifadesini, ses tonunu ve hatta cümlesini hiç unutamadım. ara ara çıkarır gülerim. şöyleydi: "ama o mizah sayfası! sen depresyondasın!"

lütfen yaz. çok problem olmayacaksa. lütfen.

seyyarat dedi ki...

Bir doktorun bunu söylemesi ne olursa olsun kafamızdaki kalıpları bir köşeye atamadığımız anlamına mı gelir acaba?

Bunaldı -senin dışında- herkes hastane anısı dinlemekten. Ama sen istiyorsun ya bu yeterli sebep olur. :) Tabii her şeyi anlatamıyorum. Olur da çay içebilirsek Üsküdar'da, o zaman anlatırım.

No More Virgilius dedi ki...

Hastane anılarıyla bir problemim yok, son üç haftamın çoğunluğu babamın başında, hastanede geçti. Başucu nöbetini kardeşime verip duş almak ve biraz uyumak için eve ilk geldiğimde elime doğruca kitaplığımdaki David Le Breton'un "Acının Antropolojisi" aldım, seneler önce okuyup altını çizdiğim satırları, köşelerine aldığım notları gözden geçirdim. Hastanelerde çok başka bir tiyatro oynanıyor, tıpkı kamu daireleri gibi, hayatın normal kuralları, beklentileri, ilişkileri işlemiyor orada. Roller, replikler çok farklı.
Hastane anılarını okumamak değil, hastanelerden kurtulmanı istiyoruz. onu da senden istemiyoruz zaten.

seyyarat dedi ki...

Virgilius,

Blogunda okuduğumu hatırlıyorum bununla ilgili bir şeyler. Hepinize geçmiş olsun.

Benim hastaneden eve geldiğim zamanlarda ne okuduğum çok mühim değil. Yalnız hastanede beni içine alacak bir roman okumuyorsam böyle çevreye bakınmaya başlıyorum ve biriyle göz göze gelmem yetiyor.
Oradaki kurallar evet diğer devlet dairelerinde de var ve hayatımı şu anda şekillendiren yerler bunlar zaten. O yüzden benim normal ve insani bulduğum şeyler bir bir gidiyor hayatımdan.

Teşekkür ederim. Ben de istiyorum bir an evvel kurtulmayı. Arkadaşlarım sizin kadar şefkatli davranmıyor bu arada. Bıktık, diye yaka silkiyorlar.

Ebru dedi ki...

Ben de sıklımıyorum keşke hiçolmasalar demekten alıkoyamayan yanımla birikte:) Hastane anıları epeyce çok olanlardan biri olarak sen ne kadar akıcı, güzel ve içten anlatsan da içimde birşeyler acıyor engel olamıyorum:( MR hikayelerimi bilirsin asla girmem o makinaya bir daha diyerek çıktığım gün tekrarını istedi dr. ve ben hala yaptırmadım:)) iyi halt ettim ama yok ben uyuyamıyorum ki.

Hastane mülteci kampında yaşayan irianlı bir çocuğun yaşam mücadelesi benim için ortak bir dil bulmakta zorlandığımız annesiyle yapılan yarım bir sohbet ve gecenin karanlığında onları öylece bırakıp eve dönmek:(( birikmese böyle anılar ve aslında ne gidilse ne anlatılsa..

seyyarat dedi ki...

Acının güzel bir yanı var ama, değil mi?

Ebru dedi ki...

belki de canım...bunun ayrıcalık olduğunu düşünecek kadar şımarıyorum bazen aç tavuk darı ambarı hikayesi midir bilmem ama var galiba..

vedide yalınayak dedi ki...

seyyarat, hastaneye gitmek zorunda kalmamanı ben de tercih ederdim lakin bu işlere takdir edersin ki ben bakmıyorum.

orada yaşadıklarını dönüştürdüğünü seziyorum yazılarında. sinirle yazılmış yazılar değil bunlar, evet, bir sirk seyredilmiş de sonra anlatılıyormuş gibi hemen hemen. "ah benim dertli başım" teranelerini hiç sevmiyorum ve senin tecrübelerini bu dille yazmanı çok seviyorum.

hayatımın hiç azımsanmayacak bir kısmının hastanelerde geçtiğini söyledikten sonra yaşananların dönüştürülerek yazılmasının onun içerideki izini daha latif bir çizgiyle belirteceğini düşündüğümü belirtmek isterim.

okumayı da dinlemeyi de isterim. keza diyaloglarından belli ki konuşmakta da yazmakta olduğun kadar mahirsin. yine de okumayacak ya da dinlemeyecek olsam bile kimsenin görmediği yerlere yazacak, kimsenin duymadığı yerlerde söyleyecek bile olsan bunu bırakmamanı dilerim.
aciz iyi niyetimle.

seyyarat dedi ki...

Vedide, biraz mahcup bir halde okudum aslında yorumu. Bu sebeple de yazıp yazıp sildim cevabımı. Şunu diyeyim o zaman: Çay içerken konuşuruz inşallah.

vedide yalınayak dedi ki...

çaysızlıktan başım ağrımaya başladı zaten. tiryakiyim ben :)