2 Kasım 2009 Pazartesi

Yemek

O koltukta oturmaya devam ediyordum elimde içindeki su bitmiş bir bardakla. Kapı çalınca kimseyi beklemediğimi zaten beklesem de kimsenin gelmediğini fark ettim. Beklemediğim halde gelen kim olabilirdi ki? Kapıyı açtım, gelen o idi. Üstündekileri değiştirmiş, yarasını temizlemişti, iyi görünüyordu. Aynaya bakmama gerek kalmadan ne kadar kötü göründüğümü tahmin ettim. O ne kadar iyi görünüyorsa ben o kadar kötü görünüyordum. Kıyafetlerim tozlu kirli yüzüm ise kanlıydı. İçeri girsin diye bir adım geri gittim. Hala buna nasıl cesaret edebiliyordum bilmiyorum. Eve baktı, ev dediğim odaya, tek bir odaya ve başını iki yana salladı kibar olmaya çalıştığını gösteren bir gülümseme ile. Bir süre sessiz kaldıktan beni yemeğe götürmek istediğini söyledi. Aç değilim dedim. İnanmadı. Bana acımıştı sudan başka bir şeyim yok diye. Oysa tek ihtiyacım olan oydu. Bunu ona anlatamazdım. Bana acımasının nasıl canımı yaktığını da. Sustum. Kibir sandı. Onun arabasına binmeye tenezzül etmediğime, onunla yemek yemek istemediğime dair birkaç cümle hatırlıyorum, yüzünde o sinirli ifade, elleri kapının pervazında aşağı yukarı hareket edip bazen yumruk olup havaya kalkıyor. Hepsini duymadım söylediklerinin. Dinleyemedim. 
Merdivenlerden hızla inip gitti. Yine bir sıcaklık alnımda. Kafamı çarpmış olmalıyım. 

Hiç yorum yok: