19 Ocak 2010 Salı

O gece pek uyuyamadı

Kelimeler sanki ağzından değil ellerinden dökülüyordu birer birer. Her biri o kadar can acıtıyordu ki iki dudak arasından çıktıklarına inanmak zordu. O narin, kırmızı dudaklarına baktığında güzellikten başka bir şey görmeyi beklemiyordu soğuğun etkisiyle çıkan buharla birlikte.

Gitmesinin gerekliliğine onu inandırabileceğini düşündüğü her şeyi bir bir ve her seferinde ne kadar da kalbini kırarak söylediğini fark etmiyordu. Aradığını bulamadığını anlatırken onun neden gözlerini dudaklarına dikmiş bakıyor oladuğuna dair hiçbir fikri yoktu.

Aradığını bulamamış. Aradığı o değilmiş demek. Bulduğunda aradığının yerine koyamamış bile.

Onu anlaması gerekiyordu. Herkesin hayalleri vardı. Emindi onun da olduğuna. Aradığına, hayalini kurduğuna ulaşamadıysa daha fazla kalmasının bir anlamı yoktu. Bir an önce gidip bulmalıydı onları. Üstelik burada bu halde hiç mutlu olmamıştı.

Mutlu olmamıştı. Hem de hiç. Bu kadar zaman onun için çaba göstermesinin hiçbir anlamı, değeri yoktu. Şimdi konuşurken ileri geri, yukarı aşağı hareket eden ellerinden fırlayan üzerine gelen kelimeleri görebiliyordu artık. Ellerinin kabalığını sıkı sıkı tutarken kendi ellerinin narinliği ile örtebileceğini düşünmüştü hep. Karşısında hızla kelimeleri savuran o ellerin sertliğini yumuşatacak hiçbir şey yoktu oysa şimdi.

Söylenecek her şeyi söylemenin, sessiz sedasız çekip gitmek yerine uzun uzun anlatmanın verdiği huzurla valizini eline almadan önce son bir kez derin bir nefes alarak onun yüzüne dokundu. Eli yanağında gezerken onun yüzündeki ifadeyi şeker isteyip de alamayan çocuklarınkine benzetti. Oysa elindeki tüm şekerini vermiş bir çocuktu o.

Hiç yorum yok: