4 Aralık 2012 Salı

Yokluk

Sevdiğim insanların ölümü, beni o kadar yoğun hislerin içine sürüklüyor ki bu kadar sevdiğimi, bu kadar sevebileceğimi görmek beni şaşırtıyor. Mutluyken bu coşkunluğun hissedilmemesi alışkanlıktan ve güzel her şeyi kolay kabullenebilmekten belki.
İki hafta önce babamın halasının vefat ettiğini öğrendim. Onu sevdiğimi biliyordum ve komşu olmasının getirdiği alışkanlığın farkındaydım. Yine de bu kadar üzüleceğimi, hatırladıkça baş ağrısından tekrar ağlayacak kadar ağlayacağımı düşünmemiştim.Yakın zamanda anneannem, iki dayım, bir teyzem ve bir amcam vefat etti. Her birinin bendeki etkisi, o kişiyle kurduğum bağa göre değişiyordu elbette, ama bunu böyle kolayca açıklamak beni üzüyor. Babam, haberi verirken 'halan vefat etti' dedi. O sırada dört halamı düşünüp yaşça en büyük ve hasta olanı ölüme daha yakın buldum. Onu -sanırım- diğerleri kadar sevmediğim için bu sonuca varmak beni rahatlattı. Babama hangi halamın vefat ettiğini sorarken diğerlerinin de ölebileceğini düşünüp endişelendim. Aldığım cevabın beni kafamdaki olasılıkların hepsinden daha çok üzmesi daha çok sarsılmama sebep oldu. Ölüme daha yakın bulduğum halam vefat etseydi, dayılarımdan birinde olduğu gibi hayatımda değişen tek şey onun öldüğünü bilmek olacaktı.
Annemle telefonda konuşurken tekrar ağlamaya başlayınca utandım.

29 Eylül 2012 Cumartesi

Ev

Bizim oralarda bir kız evlenirken, yıllarca o gün için hazırlanmış çeyizini de götürür, ama artık eski sayılan kıyafetlerini götürmez. Yeni gelinin yeni kıyafetler giymesi gerektiği bahanesi ile kızın geçmişi ile, ailesi ile bağlarını koparması gerektiği üstü örtülü anlatılır. Gelin olan kız, evden ayrılırken sadece hiçbir işe yaramayan bir eşyasını bırakır evde.
Kalan eşyalarımı toplarken annem, çok değil, ama mutlaka yakın zamanda ihtiyaç duyacağımı düşündüğü şeyleri bırakmak istedi. Onlar için oraya kısa zamanda tekrar gideceğimi düşündü. Benim o eve bağlı kalmak için bir eşyaya ihtiyacım olduğunu düşündü. Sekiz yılda sekiz ev değiştirsem de hiç taşınmadığımı düşünmeme sebep, içinde büyüdüğüm, annemin ve babamın yaşlandığı, babaannemin öldüğü ve hatta yıkandığı eve bağlı kalmak için bir elbiseye, bir çift ayakkabıya ihtiyacım olduğunu düşündü.

9 Eylül 2012 Pazar

Kızlık soyadım, koca soyadımdan önce yazılmak suretiyle

Uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşım evleneceğimi duyunca ne kadar şaşırdığından bahsetti. Kendini evliliğe en uzak gören, evliliğe en uzak görülen bendim aralarında. Garipsenecek kadar rahat, şaşılacak kadar -o zamanlar tabii- idealist, kınanacak kadar feministtim. Evlendiğine göre çok iyi bir adamla tanışmış olmalısın, dedi. Süper bir adamla tanışmıştım ve bunların hepsine katlanmamın tek sebebi o idi. 

İlginç bir şekilde herkes heyecanlı olup olmadığımı soruyor. En güzel günlerin olmalı bunlar, diyorlar. Şikayet ettiğim şeylerin büyük bir kısmının kaynağı bu aslında. Evliliğin törensel yanı bu kadar abartıldığı için gereksiz bir çok masraf yapmak zorundayız. Gelinlik kiralamak için iki aylık maaşım kadar bir parayı vermek zorundayım, çünkü o gün "özel" bir şey giymeliyim. Gelinliğin eteği kabarık olmalı, üstünde bir miktar dantel, mümkünse taşlar ve pullar olmalı. "Gelin başı" denen şeye mahalle arası kuaförlerde bile iki yüz elli lira fiyat konmalı. Kına gecesinde giyeceğim elbiseye bugün yolda rastladığım ihtiyaç içindeki yaşlı adamın aylık kirasından fazla para vermeliyim. Kuruyemişe şunu koyarsak kim bilir ne derler. "Kına başı" denen şeye iki yüz lira diyen kuaförü dövmemeliyim. Kına gecesinde şunu dağıtmalı, nikâh bile yapsak bunu yedirmeliyiz. damatlık böyle olmalı, kravatı şöyle olmalı.

Bütün bunları bir kenara bırakmak istiyorum. Yapabilmemin tek yolu ne derlerse kabul etmek. Kabul edemeyeceklerim ne olacak?
Gelinlikle ile evden ayrılacakken, yani aslında ailem beni evleneceğim kişinin ailesine teslim ederken belime kırmızı bir kuşak bağlamaya çalışacaklar. Bu kırmızı kuşağı bağlarken abim/babam, beni bakire olarak teslim ettikleri için gurur duyacak. Paketi açılmadan veriyoruz demek için beni paketleyip verecekler. Bir adım sonrası kanlı çarşaf görme isteği ve onun da bir adım sonrası töre cinayeti olan bir şeyi ufak, masum bir gelenek gibi görüp kabullenemediğim için, bu aşağılanmayı kaldıramayacağım için bir süredir yaşadığım problemler o gün olabildiğince yoğun olarak karşıma çıkacak. 

Kızlık soyadım, koca soyadımın önünde kalabilir mi lütfen diye dilekçe yazdım. Heyecanlı değilim. Ortada bir masal yok benim için. Gerginim. Her şeyi geride bırakıp sevdiğim adamla aynı evde yaşamaya başlamak tek derdim.

23 Ağustos 2012 Perşembe

Hapisten Çıkan Adam

Karaköy'de elimde bir şişe sodayla arkadaşımdan ayrılmışken bir adam geldi yanıma.
-Abla, nolur biraz para ver abla, çok açım abla.
Önce pek umursamadım.
-Hapishaneden yeni çıktım abla, delireceğim artık. İntihar edeceğim, yaşayamıyorum böyle.
Hapishaneden yeni çıkmış birinin yaşayabileceklerini düşündüm. Ya çok az ya çok fazla verebilecektim, az olanı seçmek zorundaydım.
-Bu yetmez ki abla, çok açım. Bir şey al bana büfeden. Soda, su, iki de kek al.
Dediklerini aldım, teşekkür etti. Karşıya geçmek için beklerken Kurban Bayramı'mı kutladı. Sonra Hapishaneden çıkmasından, delirecek gibi olmasından bahsetti yine. Sonra yakınlaştı biraz, yüzüme baktı.
-Fuhuş ve hırsızlıktan yattım.
Ben iki adım gerileyince
-Kınamıyorsun değil mi beni abla?

Hızla uzaklaştım oradan. Bu -galiba- oldukça normal bir tepkiydi, ama yine de garip bir sıkıntı var içimde.

16 Ağustos 2012 Perşembe

Taciz Edildim ve Mahallenin Bacısı Oldum

İlk kez olmadı tabii, maalesef, ama ilk kez tepki verdiğimde müdahale edecek birileri vardı.

Bu gece eve dönerken trenden inip alt geçitten geçerken oldu. Bir anda bütün kibarlığımı, mesafemi bir kenara bıraktım ve adama bağırıp üstüne yürüdüm. Kaçtı. İstasyondaki güvenlik görevlileri geri getirdi. Ben bağırmaya devam ettiğim için ve adam istasyondan kaçıp güvenlik görevlilerince mahallede kovalandığı için bir sürü insan toplandı. Adamı tanıyanlar da var. Önce onlar dövdü. Arada kavgaya dönüşen bu dövmeler polis gelene kadar devam etti. Bir anda sekiz polisi ve kolum kadar silahları görünce gülesim geldi. Neden bilmiyorum, sadece çok gerilmiştim ve bana "güzel kardeşim, bak" deyip duran tacizci polislere yalvarırken ve tekrar kaçmaya çalışırken çok zor tuttum kendimi. Polis oradayken de adamın üstüne atlayıp dövmeye çalışanlar vardı.
-Bacımıza nasıl yaparlar bunu! Mahallemizin kızına nasıl yapar bunu pislik!
Ne zaman bacıları oldum, bilmiyorum. Hiçbirini tanımıyorum.

Karakola gittim ve arkamdan babamla kuzenim geldi. Altı farklı polis gelip nüfus cüzdanımı istedi. Bir o kadarı gelip ne olduğunu sordu. Sigaradan rahatsız oldum ve bundan hoşlandılar. Galiba bu iyi bir kız olduğumu kanıtlayan bir şeydi. Öyle hissettim. 
Tacizci polisten de biraz dayak yedi sanırım. Kapı açıldığında suratını görünce ve adama bağırdıklarını duyunca öyle düşündüm, ama istasyonda yediği dayakların izi olabilir.

İfademi vermek üzere odaya alındım ve olayı anlattım. Sonra polis kendi ifadeleri ile kayda geçirdi ve arada dönüp bana sordu:
-Bacımsın ama, popo nasıl denir resmi olarak?
Başka bir şey söylemek istedim, ama sigaradan rahatsız olduğum için -kapalı alanda- içtikleri sigaraları söndürmelerine sebep olan bir kız olduğum için "kalça" dedim. 

"Polis merkezine geldim, olayda herhangi bir yaralanmam olmadı, doktor raporu almak istemiyorum, beni elle taciz eden M.Ö. isimli şahıs hakkında davacı ve şikayetçiyim, uzlaşmak istemem, diyeceklerim bunlardır. Dedi."

Olaydan bir saat kırkbeş dakika sonra eve geldiğimde istasyondaki adam gibi kızdı babam da bana. Bu saatte dışarıda olursam böyle olurdu tabii. Erkek gibi sokaklardaydım gece vakti. Ne olacaktı. 
Ve annem dertli. Gecenin birinde eve geldiğimi artık bütün mahalle biliyor. Ve şey, nasıl dese, taciz edildiğimi. 
Ben onların bacısıyım artık, dert değil.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Çocuk Yuvası

Çocuklardan bahsedecektim. Çalıştığım kurum değiştikçe bahsedeceğim olaylar, anlatacağım çocuklar da değişiyor elbette. Hepsinde farklı bir gündem oluyor.
Otistiklerle iken (aslında çocuk değillerdi, ama onlara karşı duyulan his kadar onların ortaya koydukları ile birlikte çocuk gibi görüyorduk sanırım) kriz anları, küçük ve sevimli hareketler, konuşabilen biri ise söylediği sözler, kullandığı bez sayısının azalması gibi şeyler konuşuluyordu en çok. Ben nedense kriz anlarında ya da fiziksel, ruhsal acılar yaşadıkları sırada yanlarında olup nasıl da elimin tırnaklandığını, gözüme yumruk yediğimi, kolumun ısırıldığını anlatabiliyordum.
Bir sonrakinde farklı derecelerde zihinsel engellilerle de benzer şeyler yaşadım. Kavgalarında arada kalıp darbe aldım mesela. Nöbetlerimde problem çıkarmakla tehdit edenlere "istediğini yapabilirsin" dedim. Hemşire çocuklardan biri tarafından yere yatırıldığında artık akıllandığım için müdahale etmek yerine bakım elemanlarından birini çağırdım. Kaçmaya çalışırken engellenen kızımız, bir güvenlik görevlisinin alnını yarıp, bir bakım elemanının dudağını patlatıp, bir diğerinin parmağını ezip, bir başka çocuğun kaşını patlatıp birinin de bacağını ezince orada darbe almayan tek kişi olduğuma şaşırdım. Fiziksel olarak. Çünkü mafya babasının tehditleri aklımın bir köşesindeydi. 
Şimdi ise en son nöbetimden bahsetmek istiyorum. Bir kısmı rehabilitasyon merkezinde olması gereken çocukların olduğu bir çocuk yuvasındayım. Çocuklardan birinin diğerlerine sopa ile saldırmasını engellediğim için bana saldırıldı. Sonrasında duyduğum küfürler neyse de aldığım darbelerden ve yıpranmış sinirlerimden dolayı bir süre ellerim titredi. Toparlandığım sırada çocuklar ufak bir yangın girişiminde bulunmuşlardı. Onu hallettikten sonra çocuklardan biri klozete atılan bir anahtarı çıkarmak için klozeti yerinden söktü. Aynı çocuk gece yarısı çaldığı lavabo açıcıları diğer çocuklara "eroin bu, alın" diyerek verdi. Diğer çocuklar da bunu yediği için onlarla uğraştık. Arada bir yerde biri makasla saldırmaya kalktı bana, unutuyordum. 

Şu an yuvada 65 çocuk var. Ailesinin ya da koruyucu ailenin yanında olanlar da geldiğinde, yani bir ay içinde, 110 çocuk olacak. Bu kadar çocuk bütün günü birlikte geçiriyor. Onar kişilik gruplara bölünecekleri yeni yuvaya geçene kadar iki katta koğuş şeklinde odalarda kalıyorlar. Aralarında zeka geriliği olanlar, öğrenme güçlüğü çekenler var, ama en çok oraya gelme sebeplerinden ötürü ruhsal problemler yaşıyorlar. Aslında kurumun psikoloğu ve haftada bir gelen psikiyatrı var, ama kurumun öğretmenleri gibi bunların da ne derece ilgili olduğu konusunda konuşmaya başlarsam beni çok rahatsız edecek şeyler söyleyebilirim. Çocuklar ilaç içmeye revire gelmezse zahmet edip çağırmayıp ilaçlarını vermeyen hemşirelerden de bahsedebilirim. Yine de anlatmak istediklerim bunlar değil. 

Yuvada kalan çocukların "kimsesiz" oldukları düşünülüyor hep. Bir anlamda öyle denebilir tabii, ama anneleri-babaları yok demek demek değil büyük kısmının. Yuvaya hemen her gün bağışçılar geliyor. Nakdî yardım yapmak isteyenleri müdüre gönderiyorum. Aynî yardım yapmak isteyenlere yardımın boyutuna göre makbuz kesiyorum, yazı yazıyorum. Bir kutu çikolata ile gelenler oluyor mesela. "Bunu çocuklara ben dağıtmak istiyorum." diyorlar. Onları anlamaya çalışıyorum, ama günde üç öğün yemek, iki öğün ara beslenme alan çocuklar her gün muhakkak çikolata yedikleri için istedikleri tepkiyi alamadıklarında şımarık bir edâ ile bozulmalarına anlam veremiyorum. Çocukların başını hayvan sever gibi okşamalarını seyrediyorum. Bazen gözleri yaşarıyor. Dönüp bana "Çocuklar dayak yiyor mu burada? Televizyonlarda gördüğümüz gibi mi?" diye soruyorlar. Bunlara sakin cevaplar vermem gerekiyor. Çocukların ara öğün olarak tavuk, patates kızartması yediklerini ve kola içtiklerini gören bir bağışçı gelip "Aaa, ben bu çocuklar hep aç geziyor sanıyordum. Böyle şeyler yiyebiliyorlar demek." diyor. Şoförünün içeriye zor taşıdığı kutular dolusu şeker, çikolata ve birkaç kilo şerbetli tatlıyı aldığımıza dair imza attıktan sonra "Şimdi, gözümün önünde yesin çocuklar. Sonra vermezsiniz belki ben gidince." diye diyen kadının kafasını sallamasına, gözlerini devirmesine bile istediğim karşılığı veremiyorum. Zaten tok olan çocukların getirilen her şeyden bir parça alıp sonra onları atmasını seyrediyoruz birlikte. İçiniz rahatladıysa çocuklar içeri geçsin, diyorum. 

Anlatmak istediğim bunlar da değildi aslında. Neyse.