17 Haziran 2010 Perşembe

Hayat zaten kumar, dedi. Sevmem, dedim.

Daha önce birkaç defa gitmiş arkadaşlarım oraya. Sevdiği her yere ben de gideyim, sevdiği her şeyi ben de yapayım isteyen arkadaşım bunu söylediğinde daha önce "hmmm, evet"lerle geçmişti konu. Birden ne olduğunu anlamadan kendimi onlarla yolda buldum. Hem de gece vakti.

Yolda sık sık sanki onlar için gitmiyormuşum gibi, "Seyyarat, hadi biz neyse de sen nasıl yapıyorsun böyle bir şeyi?" diye sordular. Ben de "sosyal gözlem yapmak için" deyip kendi kendime güldüm.

Gecenin üçünde, ya da sabahın, hafta içi hem de o kadar insanın orada ne işi vardı diye sormak istedim. Onlardan biri olduğum için soramadım. Ayıp. Jackpot makinelerinde sürekli dönen şekiller, çevrilen kollar, basılan tuşlar, paralar, biletler... Sabaha karşı sandalyeler üzerinde uyumaya başlayıp gözümü her açtığımda yeşil yedileri, kırmızı kirazları görüp; o sesleri duyduktan sonra görmeyi en son umduğum şey yetmiş-seksen yaşındaki amcalar ve teyzelerdi.

Ben sandalye üzerinde pineklemeye başlamadan önce de orada mıydılar bilmiyorum. Ben onları sabah altıda zor kaldırdıkları kolları için jackpot makinelerinin başında gördüm. O yaşta insanları bu saatte buraya getiren nedir diye sormak istedim. Bu kez onlardan biri olmadığım için sorabildim. Bu kadar yalnız ve mutsuz oldukları için üzüldüm. Gidip tek tek yanlarına oturmak, konuşmak istedim. Yalnız casinoda uyuyan belki tek insan olarak yapabildiğim tek şey dürtüldüğümde "Hı" diyebilmekti. Onları orada yalnız ve mutsuz bırakırken bir şey hissedememin tek sebebi hiçbir şey hissedemiyor oluşumdu. Gözümü evin önünde açtım. İsteseymişim de bu hayat bana göre olmazmış.

Henüz ayıkken bunun çaldığını hatırlıyorum:

Hiç yorum yok: