2 Ocak 2010 Cumartesi

Beni Köyümün Evlerinde Uyutsunlar

Minibüs köy meydanında dururdu hep. Okulun, caminin, iki bakkalın ve kıraathanenin olduğu köy meydanı. Annem valizlerin derdindeyken ben arkama bile bakmadan koşardım. Köyün içinden geçen derenin sularının çok az olduğu, üzerindeki iki metrelik beton köprüde kazların tavukların dolaşabildiği yerden anneanneme teyzelerime seslenerek en büyük adımlarımla koşardım. Evin kapısı hemen sokak üzerinde değildi. Köşeyi dönecekken muhtarın eşi beni mutlaka tutar kırmızı yanaklarımdan sıkmaya çalışırdı. Ben ise hem iyi çocuk olma gayretiyle bir şey söyleyemez hem de bütün yıl hayalini kurduğum gibi o köşeyi dönmek isterdim. Kendimi kurtardığım an o köşeden döner ve gözümü nereye çevireceğimi çok iyi bilirdim.
Dünyanın en huzurlu yerine girerdim o kapıdan. Ben girmeden kapıda beni karşılayan o üç güzel yüz hemen gözüme çarpardı. Önce kime koşup sarılacağım bir soru olmadı hiçbir zaman. Çoktan kollarını açmış bekleyen, kendisinden aldığım küçük çekik gözleri gülünce kapanmış, başındaki beyaz örtü iki yana salınmaya başlamış anneannemin kucağı beni bekliyordu. Sonrası hep iyilik, güzellik.
Nasıl güzel olmasın ki tandır başında ekmeğin pişmesini beklemek, simit gibi yapılan pideleri bütün çocuklar gibi koluma takıp ya çayıra gitmek ya tepeye çıkıp cirit oynayanları seyretmek. Kazlar tarafından kovalanmak, emanet keçinin peşinden komşu köye kadar gitmek, bütün oyunlarda İstanbul'dan gelen kız olarak imtiyaz sahibi olmak, inek sağabilmek, ata binebilmek, derede yüzebilmek nasıl güzel olmasın ki...
Duvarların çok kalın olduğu köy evlerinde pencere önleri evin bitkilerinin yeri idi. Ben gittiğimde bütün saksılar indirilir orası istememe bile gerek olmadan bana tahsis edilirdi. Lavaş ekmeğin taze olmadığı zamanlarda benim için bakkaldan somun ekmek aldırılırdı. Neyi sevdiğimi evin kedisi dahil herkes bilirdi. Korkmadığım tek kedi idi Duman.
Akşamları ya komşular gelir yahut davet eder ya da anneannem torunları dizinin dibine toplar hikayeler anlatırdı. Ona güldüğümüz zamanlar çok üzülürdü. Gündüzleri ise tepesinde pencere olan ve ahşabın en güzel halini bulunduran o tavanlar uzanıp bakarken hayal kurabilecek en güzel yerlerdi. Evin her yerinde birinin elinin emeği gözünün nuru ve benim sadece huzur dediğim ama adını bulamadığım o bütün duyguların kokusu vardı.
Dönüş yolunda son kez sarıldıktan sonra anneanneme pınara gider kana kana su içer, gizlice yerden yol boyu elimden bırakmayacağım bir taş alır cebime atardım.
Depremde köydeki evler yıkılınca ne olduğunu, yerine yapılan evleri kimseye anlattırmadım. Korkudan gitmedim de bir daha oraya. Yıllar boyu birer ikişer getirdiğim taşları koyduğum kutuyu alıp içindekileri okşadım sadece özlediğimde.
Anneannem hastanede kaldığı zamanlarda onu görmeye gidemedim. Özledikçe bana kucak açan, başımı okşayıp gülümseyen hallerini düşündüm ve anneme sokuldum.
Birden karşıma köyümüzün yeni halinin fotoğrafı çıkınca telaşla kapatana kadar sayfayı göreceğimi görmüştüm. Ne elime alacak bir taş bulabildim, ne sarılabildim anneme. Çocukluğumun büyük bir kısmı elimden alınmış öylece oturuyorum şimdi gözlerim yaşlı. Taş neyse de annem olsaydı...

Hiç yorum yok: